ÂLİM KAHRAMAN
1963 doğumlu. İlk öykü kitabı 1998’de yayımlandı. Yayımlanan öykü kitabı sayısı dokuz. Bir de Öykü Dersleri adında “metin-teknik-teori” kitabı var. Öyküsüz vakti geçmemiş, neredeyse takıntı derecesinde öykü onda. Yürürken öyküler kurmuş kafasında. İlk kitabının (Ankebût) ilk öyküsünde (“Mektup”), öykü kişisini, Ankara Ulus’ta, uzaktan Nuri Pakdil’i izlerken buluruz. Saygılıdır, hayrandır. Rüyasında “yürüyüş”üne katılır ustanın. Kampın beklenen on birinci (Yusuf ve kardeşleri), son izcisi olarak.
Kamil Yeşil, usta bilir bu insanları. Nuri Pakdil’i, Mustafa Kutlu’yu, Rasim Özdenören’i, Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u (İsmet Özel hemşehrisidir). Onları gözünde ve gönlünde yüceltir. Dünyaya baktığı hikmet penceresinden edebiyatın “evliya”sı sayar. Bağlanır.
İç dünyasında yeniden dizayn eder her şeyi. Kendi kalabalığının kaynaştığı yeni bir âlem kurar öykülerinde. O âlemin kurucusu ve kralıdır. Kaleme emreder, yazdıklarım öykü olsun der, öykü olur. Öykülerinin birinden bir paragraf okur Maupassant’ın Normandiya gerçekliği kağıt gibi ezilir, Çehov ünüm ünüm ünler, Kafka bir hamam böceğine dönüşür. Sait Faik (o Sait Bey, diyor), haritada bir nokta kadar kalır. Memduh Şevket mendilin altında, nefes alamaz. Taner Bey (Haldun Taner), son dakika (on ikiye beş kala) pişmanlıkları içindedir. Çünkü Türk öyküsünü kurtaracak adam gelmiştir.
Bazı yönetmenler, filmlerindeki kalabalığın içinde bir an görünüp kaybolmaktan, bazı ressamlar tablolarının bir kenarında silik bir yüz olarak yer almaktan hoşlanır. Öykücü, “Beş Çayı”nda (Özet Yaşamaklar, 2007) biraraya gelen hanımlardan birine, söz arasında: “Kamil Yeşil diye bir edebiyat öğretmenimiz vardı” dedirterek, ismen kendini dahil eder bu öyküsüne. Ancak bu kadarla yetinmez, birçok öyküsünde; öykücü, öğretmen, Aydın Çineli Kamil Yeşil kimliğiyle, öykünün baş kişisi olarak yer alır. Kendini, öykülerini hem övdürür, hem yerdirir, diğer öykü kişilerine. Bu post-modern tutumu salt kendine dikkat çekmek olarak görmek doğru olur mu? Necip Fazıl’ın şiirindek “ben” gibi ele almak daha doğru değil midir? Elbette öyle! Fakat sınırlarda gezmeyi seviyor Yeşil. Bir tarafı uçurum.
Yine ilk kitabı Ankebût’a döneceğim. Kitaba adını veren “Ankebût” (örümcek) öyküsüne. İyi bir yazar, daha ilk kitabıyla kendini belli eder. Yeşil’in bu öyküsü de kıvam noktasını yakaladığı, onu kendisi yapan metinlerinden. Bana, bu öyküsünden yazarın manifestosunu/ öykü anlayışını çıkarmak da mümkün gibi geldi. Üniversite tahsili için büyükşehire gitmiş bir delikanlı, belki de bir yaz tatili dolayısıyla, ailesinin yaşadığı kasabaya gelir. Annesi, rahmetli dedesi için yemekli bir mevlid programının hazırlıkları içindedir. İster ki, aile yadigârı bakır kaplarda yapılsın yemekler, onlarla ikram edilsin misafirlere. Fakat kapların kalayları aşınmıştır, yenilenmelidir. Bunun için oğlundan yardım ister. Onu kaplarla beraber Kalaycı Cemal ustaya gönderir. Oğul, gittiği büyük şehirin, aldığı modern eğitimin tesirlerini taşımaktadır. Melamin tabaklar çıkmıştır, ne gerek vardır bu kalay külfetine! Artık değişmeye başlamış olan küçük kasabada Cemal ustanın dükkanını zor bulur. Üstündeki birikmiş öfke ve hırçınlıkla girer oraya. Cemal usta önce sakinleştirir delikanlıyı: “Sakin ol evlat” der. “Öfke sarhoşluktur. Yan ama tütme, benim körüklü ocak gibi. İçini dışınla ört.” İlk etkiyi böyle yaşar genç adam: “Söz kalbime kadar alçaldı ve beni tuttu. Tutuldum.”
ÖYKÜLER VE KISSADAN HİSSEYE DAİR
Cemal Usta’nın elinde iş çoktur. Mevlide bu kalayları yetiştirmeyi bir şartla kabul eder: Sen de bana yardım edersen! Böylece üç günü beraber geçirirler: Üniversiteli genç, Cemal Usta ve çırağı Mülayim.Bir taraftan iş, bir taraftan sohbet! Önce üniversiteli genç konuşur; bilimin çok ilerlediğinden, kalaylı kaplarını tehlikesinden falan söz eder: Çelik tencere, teflon tabak.. Aynı zamanda öyküler yazmaktadır genç, onları anlatır. O hikaye, dedikçe kıssa, diye düzeltir Cemal Usta. Teşvikkar bir ilgiyle dinlemektedir onu. İkinci gün söz bitmiştir gencimizde. Biraz fazla konuştuğu duygularına kapılmış olmalı: “Bildiğiniz şeylerdi efendim” der. Cemal Usta’yı, ondaki derinliği farketmeye başlamıştır. Söz Cemal Usta’ya geçer. Mevlana’dan Mesnevî’den Hallac-ı Mansur’dandır onun konuşmaları. Dolaşıp gelir, gencin yazdığı öykülere: “Hikayesi bu olan hayatın hakîkatı olmaz evlat” der. “Yazdığın hikâye ‘Kıssaların En Güzeli mi’? Hayır! Yazan, ‘Kaleme yemin eden’ mi? Yine hayır! Peki yazdığını yaşatan kaderin var mı? Yok. Bu halinle anahtarı elinde hapishane mahkumuna benziyorsun. Sen sayfalara değil kalbine yazmışsın yavrum. Ananın çanakları ağarır, senin kalbin ağarmaz. Hadi sil bakalım nasıl yazdınsa.” Genç anlar ki “bir dokunuşta yıkılacak örümcekevinden farkı yokmuş yazdıkları”nın.
Bir araya gelmiş birçok unsur var bu öyküde. Hikmet-bilimle, öykü-kıssayla karşı karşıyadır. Artık büyük oranda kaybedilen eski yaşayışın parçaları kasaba hayatı-büyük şehir zıtlığıyla canlanır gözümüzde. Kalaycının çekci tak tak diye değil Hak Hak diye ses çıkarmaktadır, duyan kulaklar için. Kalaycı Cemal sadece kapları değil, kalpleri de parlatan/nurlandıran bir derin adam, gizli bir hazinedir. Buradan Kamil Yeşil’in hikmetle, kaybedilen medeniyet dünyamızla buluşan öykü anlayışına çıkarız.
Kamil Yeşil’in hikâyesindeki dilin ironik boyutuna, daha baştan kendine bir öykü dili kurduğuna, yirmi beş yılı aşan süre boyunca öykülerinde birçok anlatım yolu denediğine de değinmek gerikir. Öykülerindeki örtük ve açık göndermelere, iğnelemelere; bu metinlerde o yılların aktüalitesinin de satır aralarında yer aldığına (televizyondaki diziler, Çernobil faciası, dönemin siyasileri gibi), aktüalitenin bazan bu öykülerin zayıf tarafını oluşturduğuna (“ve de”, “ve dahi” gibi kalemine iki de bir takılıp duran kullanımları da bir dil zaafı olarak görüyorum ben) yıllar geçtikçe her şeyin büyük oranda durulup bir denge bulduğuna, son öykü kitabı Acı Kaybımız’ın bir ustalık eseri olduğuna ayrı ayrı değinmek gerekir. Şunu da belirtelim; darası atılınca özgün bir öykücü kalıyor elimizde.