Bakan Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar: Türkiye Avrupa’da beşinci, dünyada on ikinci sırada yer alıyor
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar, 1-12 Kasım tarihlerinde Glasgow’da düzenlenen iklim zirvesi sonrası iklim değişikliği konusunda merak edilenler ve Türkiye’nin bu konuda attığı adımlara ilişkin AA Analiz Masası’nın sorularını yanıtladı.
Soru: Dünyada bir İklim krizi mi yoksa iklim değişikliği mi yaşanıyor?
Birpınar: Aslında bunun adı iklim krizi değil, “iklim değişikliği” ancak krize dönüşmemesi lazım. Her değişiklik bir kriz olmayabilir. Değişiklik bazen iyi, bazen kötü sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple kuzeydeki Baltık ülkeleri, “İklim değişiyor, biz de biraz güneş göreceğiz.” demeye başladı. Burada önemli olan aslında bu durumun krize dönüşmemesi ancak bu sıralar “iklim krizi” ifadesi çok sık kullanılmaya başlandı fakat işin esası “iklim değişikliğidir”. Zira iklim değişikliğinin bir çerçeve sözleşmesi var; 1992’de yazılmış bir anayasası var. Bu anayasa altında müzakereler yürüyor, kararlar alınıyor. Kyoto Protokolü vardı, 2020’ye kadar geçerliydi. 2020 sonrası geçerli olan Paris Anlaşması var. Dolayısıyla buna “kriz” dememiz yaşanan olaylarla ilgili.
Son dönemde çok sık doğal afetler, alışılmadık hava olayları meydana gelmeye başladı. Örneğin, Pakistan’da önümüzdeki 20 yıl içerisinde aşırı sıcak hava dalgalarından dolayı 30 milyon insanın göç edeceği veya ölebileceği söyleniyor. Bu insanlar ölmeyecekler, göç edecekler. Batı’ya doğru, daha soğuk yerlere doğru göç olacak. Tedbir alınmazsa iklim değişikliği bir kavimler göçüne bile sebep olabilir. Bu sene bizim yaşadığımız üç tane çok kritik olay var ülkemizde: Biri müsilaj olayı. Marmara Denizi’nin özellikle durgunlaşması, sıcaklığının artması ve kirliliğinden dolayı meydana gelen, daha önce pek görmediğimiz bir müsilaj olayı yaşadık. Ülke olarak şaşırdık. Allah’tan çok kısa sürede Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız başkanlığında bir koordinasyon kurulu ile bu iş çözüldü ama seneye gelmeyecek mi? Gelecek, belki daha kötüsü gelecek. Yani hep söylüyorum; Kovid’in aşısı var ama iklim değişikliğinin aşısı yok.
Müsilaj dışında ciddi orman yangınları yaşadık. Hemen arkasından Karadeniz’deki sellerle, taşkınlarla, aşırı hava olayları ile karşılaştık. Bu hadiselerin her birinde can kaybı yaşadık, maddi-manevi büyük zararlar ortaya çıktı. Dolaysıyla iklim değişikliği bir gerçek, bir realite. Buna inanıp inanmama noktasının ötesine geçtik. Hem raporlarda hem de yaşayarak gördüğümüz bir sürü olay var. Değişen şey şu: Esas itibarıyla su döngüsü dediğimiz; suyun denizden, göllerden, okyanustan buharlaşıp havaya çıkması, sonra yoğunlaşıp tekrar kar, yağmur, dolu olarak inmesi döngüsünde bir sıkıntı yok ancak sıkıntı bunun zamanı ile ilgili. Bir saatte yağması gereken yağış 10 dakikada yağmaya başlıyor. Aynı miktarda yağış 10 dakikada yağınca işte o zaman taşkınlara sebep olabiliyor çünkü toprak beton gibi davranıyor. Normalde yağmur o şiddette yağmasa, normal şiddette yağsa toprak suyu emecek, yer altı suyuna gönderecek ancak çok şiddetli yağdığı zaman toprak beton tepkisi veriyor.
Soru: İklim değişikliği karşısında ne yapılması gerekiyor?
Birpınar: Bütün bunlara karşı yapılması gereken şey iklim değişikliğine adapte olmak ve uyum sağlamak. Bu adaptasyonu sağlamanın yolu belli: Kriz yönetmemek, risk yönetmek lazım. Eğer kriz yönetirseniz bin lira, risk yönetirseniz bir lira harcarsınız. Dolayısıyla bizim adaptasyon eylem planlarımızda, Sayın Bakanımız Murat Kurum başkanlığında yedi bölgede yedi uyum planı hazırladık. Şehir bazında da uyum planlarının yapılması gerekiyor çünkü iklim değişikliği meselesi sadece bir çevre meselesi değil, bir kalkınma meselesi ve bir milli güvenlik meselesi haline gelmeye başladı. Onun için “Basit bir çevre meselesidir. İnanalım/inanmayalım. Bu, bir ütopyadır. Yurt dışında bazı ülkelerin ortaya attığı teoridir.” gibi düşünmek bence yanlış. Bunun yerine yaşayarak gözlemlediğimiz bu olaya nasıl uyum sağlayacağız, nasıl tedbirler alacağız ona bakmamız lazım.
Soru: İklim meselesi ve milli güvenlik arasında nasıl bir ilişki var?
Birpınar: Bu işin en önemli taraflarından bir tanesi güvenlik meselesi. İstanbul’a bundan üç sene evvel 10 dakika yağmur, dolu yağdı ve bunun Türk ekonomisine maliyeti 3 milyar lira oldu. Karadeniz’deki sellerin Türk ekonomisine maliyeti hesaplandı mı bilmiyorum ama çok ciddi maliyetler olduğu kesin. Sadece oradaki yolların yapımı için 700-750 milyon TL’lik ihalelere çıkıldığını biliyorum çünkü altyapı pahalı bir yatırım. Çevresel altyapı dediğimiz şeylerin göçmesi halinde ekonomimiz göçebilir çünkü 100 yılda yaptığımız yollar, arıtma tesisleri, içme suyu, kanalizasyon, yağmur suyu hatları, elektrik hatları, doğalgaz hatları, hepsi bir anda göçüyor veya bir sürü insan kaybı yaşıyorsunuz. Bir sürü bina kaybı yaşıyorsunuz. O insanların bu masraflarının telafi edilmesi, ciddi manada ekonomik kayıplara ve dolayısıyla da ülkenin sıkıntıya girmesine sebep oluyor.
Soru: Sanayi ülkeleri ve “gelişmekte olan” ülkeler iklim krizine farklı mı bakıyor?
Birpınar: Gelişmiş ülkeler diyor ki “Biz kalkındık, büyüdük, çevreye saygısızca büyüdük. İklime saygısızca büyüdük, kalkındık ve zenginleştik. Ancak bilim adamları diyorlar ki ‘Siz de bizim gibi kalkınıp büyürseniz, vahşi kalkınmaya yönelirseniz, fosil yakıtları, kömürle, doğal gazla, petrol ağırlıklı bu işi yaparsanız, dünya daha da yaşanamaz bir hale gelecek. Hep beraber batacağız.’ Dolayısıyla bizim yaptığımız hataları siz yapmayın. Biz size para verelim. Finans verelim. Siz bizim gibi davranmayın”.
Gelişmekte olan ülkeler de şöyle düşünüyor: “Sizin çocuklarınız nasıl cep telefonunu şarj etmek istiyorsa, internet kullanmak istiyorsa, buzdolabı almak istiyorsa, televizyon kullanmak istiyorsa, teknolojiden yararlanmak istiyorsa, bizim çocuklarımız da böyle yararlanmak istiyor. Biz de kalkınmak, büyümek istiyoruz. Sizin bize sunduğunuz yöntemler pahalı yöntemler. Daha ucuz olan, kendi kömürümüzü yakmak, kendi doğal gazımızı ve petrolümüzü kullanmak. Sizin önerdiğiniz yöntemler pahalı. Biz bunu yapamayız. Eğer bize iklim dostu, çevre dostu bir kalkınma öneriyorsanız finans yardımı yapacaksınız. Kredileri açacaksınız. Aynı zamanda adaptasyon ve uyum için para vereceksiniz. Hibe sağlayacaksınız. Teknoloji transferi yapacaksınız ve kapasitemizi geliştireceksiniz.” Bunlar da ikinci grup G77 dediğimiz Grup 77 ülkeleri. 143 tane ülke böyle söylüyor.
Soru: Geçmişte Türkiye, iklimle ilgili nerede hata yaptı?
Birpınar: İklim müzakerelerinde 197 ülkenin her birinin masası var. Bu masada oturursanız ve buradaki kararlara itiraz ederseniz ciddiye alınmak zorunda çünkü her karar madde madde, oy birliğiyle, konsensüsle kabul ediliyor. Fakat siz o masada oturmazsanız, o müzakereleri yapmayı bilmezseniz, o müzakerelerde doğru müzakerecileriniz yoksa itiraz etmediğiniz her şeyi kabul etmiş sayılıyorsunuz veya o masaya gitmezseniz, oradaki müzakerelerde bulunmazsanız, alınan kararları kabul etmiş sayılıyorsunuz. 1992’de Türkiye’nin yaptığı hata bu. 1992’de dönemin iktidarı ve bakanlıkları tarafından Türkiye’ye yanlış bir konumlandırma yapılmış. Maalesef orada dünyayı kirleten ülkeler sınıfına kendimizi yazdırmışız. Hatta dünyayı kirleten ülkeler içerisinde en zengin ülkeler alt kümesine kendimizi yazdırmışız. EK-2 ülkeleri sınıfına yani diğer ülkelere para yardımı yapacak ülkeler sınıfına kendimizi yazdırmışız. Dolayısıyla bugün biz bunu kabul etmiyoruz. Yani delinin birisi kuyuya bir taş atmış, 26 senedir 40 tane akıllı çıkaramıyor. Durum bu.
Soru: Peki, Türkiye, Paris Anlaşması’nı neden geç imzaladı?
Birpınar: Buradaki süreç şöyle işledi: Paris’te 197 ülke aslında anlaşmaya onay verdi. Hepimiz onayladık. Salonda oturan kimse itiraz etmediği zaman onaylanmış oldu. Sonra 2016’nın Nisan ayında New York’ta biz Paris Anlaşması’nı ilk imzalayan ülkelerden biri olduk. Fakat taraf olma meselesi yani anlaşmanın meclisten geçmesi demek, artık bu işin bütün yazılan dokümanlarını uygulayacaksınız anlamına geliyor. Bu noktada bizim çekincelerimiz vardı. Biz şunu söylüyorduk: “Biz dünyayı çok kirletmedik ama kirletenler listesine yazıldık fakat bu liste bir kutsal kitap değil. 1992’de yazılanlar vahiy değil. Burada dinamik bir süreç var, statik değil.” Dolayısıyla 1992’de gelişmekte olan bir ülke 2021’de gelişmiş ülke olabilir. Bunun örneği var. Güney Kore, hala EK-1 listesinde değil. 1992’de gelişmekte olan ülkeydi ama şu anda hiç kimse Güney Kore’ye “gelişmekte olan ülke” diyemez çünkü 15 bin doların üzerinde bir milli gelire sahip. Dünyanın önemli ekonomik güçlerinden biri ve çok ciddi sanayi üretimi var. Demek ki Çerçeve Sözleşme kapsamında bir ülke 1992’de gelişmemiş ülke iken şimdi gelişmiş ülke olabilir. Ya da gelişmiş bir ülke iken gelişmemiş konumuna düşebilir.
Türkiye, 1992 yılında EK-1 listesine ve EK-2 listesine kendisini yazdırdı. EK-2 listesi, EK-1’in alt kümesi. EK-1 listesindeki ülkeler dünyayı en çok kirleten ülkeler. Dünyayı en çok kirleten ülkelerin en zenginleri de EK-2 listesinde yer alıyor. EK-1’de 43 ülke varsa EK-2’de 23 ülke var demek bu. EK-2’deki ülkeler, dünyayı en çok kirleten ve dünyanın en zengin ülkeleri. EK-1 ülkeleri, dünyayı en çok kirleten ve emisyon azaltımı yapması geren ülkeler. EK-2 ülkeleri hem emisyon azaltımı hem de diğer ülkelere finans yardımı yapması gereken ülkeler. Düşünün, 1992’de Türkiye, kendini bu EK-2 listesine yazdırmış. Dolayısıyla biz bu yanlışlığı düzelttirmeye çalışıyoruz 26 senedir fakat bu çok kolay olmadı.
2015’te bir fırsat geldi; Paris Anlaşması sırasında biz bunu düzeltebiliriz diye mücadele ettik. Şöyle bir düzeltme oldu: Paris Anlaşması’nda EK-1, EK-2 laflarından hiç bahsedilmedi. Paris Anlaşması, tamamen gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkeler ve az gelişmiş ülkeler, küçük ada ülkelerinden bahsediyor. Hangi ülkelerin gelişmiş ülke olduğu, hangi ülkelerin gelişmekte olduğu Paris Anlaşması’nda yok ama şöyle bir risk vardı: Özellikle Türkiye gibi emisyon azaltma potansiyeli çok yüksek olan ülkelerin aslında iklim değişikliğiyle mücadelede çok iş yapması lazım. Onun için de finans lazım. Yani iklim finansmanı için 30 trilyon dolar para lazım bütün dünyaya.
Bu bedeli kim ödeyecek? Zenginleşen ülkeler ödeyecek. Biz bu paraları ne için istiyoruz? Aslında dünyada iklim değişikliğiyle mücadele için, yenilenebilir enerji projeleri için, binaların enerji verimliliği için, rüzgar enerjisinin veya sıfır atık projeleri için veya elektrikli araçlara geçiş projeleri için istiyoruz. Bu paraları da biz ucuz kredi olarak istiyoruz. Kimse bize hibe olarak versin demiyoruz. Brezilya, Arjantin, Şili, Suudi Arabistan, Güney Kore, Meksika, Singapur bu fonlara ulaşabiliyorken Türkiye’nin ulaşamaması çok garip bir durum. Biz buna itiraz ettik. Bu ülkeler eğer bu fonlara ulaşıp iklim değişikliğiyle mücadelede iyi işler yapıp kalkınıyorlarsa bizim de böyle yapmamız lazım.
Bu, ülkemizin menfaatlerini korumak için yaptığımız bir gecikmeydi ama bu gecikme de gerçek gecikme değil, sanal bir gecikmeydi. Çünkü Paris Anlaşması 2020 yılında yürürlüğe giriyordu ama geçen sene Taraflar Toplantısı, pandemi dolayısıyla yapılamadığı için 2021’de yürürlüğe girdi ve biz de 2021’de zaten taraf olduk. Dolayısıyla herhangi bir zaman kaybı yok.
Müzakerelerde elde ettiğimiz şöyle bir şey var. Biz, Yeşil İklim Fonu’ndan faydalanamadık. Lakin Dünya Bankası, Alman Kalkınma Bankası ve Fransız Kalkınma Bankasının bir mutabakat zaptıyla Türkiye’yi destekleme vaadi vardı. O vaadin üzerinde çalışıyorduk. 3 milyar 200 milyon dolarlık bir kredi bulduk ülkemiz için. Bu kredi özel sektörü kaldıracıyla 30 milyar dolara çıkabilecek bir krediydi. Bu paranın Türk ekonomisinde, yeşil dönüşümde ve yeşil kalkınmada kullanılması çok kıymetli çünkü bir rüzgar direği 1 milyon dolara yapılıyor. Bunlardan binlerce yapmanız gerekiyor. Denizin içine yapmanız gerekiyor. Uluslararası krediler olmadan dünyanın hiçbir ülkesi iklim değişikliği ile mücadele edemez, edemeyecektir. Türkiye de burada yalnız bırakılamaz. Türkiye, bölgesinde ciddi bir güçtür. Örnek ülkedir, lider ülkedir. Dolayısıyla Türkiye, iklim değişikliğiyle mücadele ederse, liderlik ederse bu bölgede herkese liderlik yapabilir. Sadece bu bölge değil, Orta Doğu’da da yapabilir. İyi örnekleri diğer ülkelere gösterebilir. Buradaki teknoloji ve kapasitesi diğerlerine de kullanılabilir ama uluslararası finans gelmeden hiçbir şey yapılamaz.
Soru: Ülkeler, yenilenebilir enerjiyi neden tercih ediyorlar? Türkiye, bu alanda hangi aşamada?
Birpınar: Bugün kömürü topraktan çıkartıyoruz, ardından termik santrallerde yakıyoruz ve elektrik üretiyoruz fakat burada ciddi bir süreç ve maliyet var. Kömürün bundan üç ay evvel tonu 50 dolardı. Şu anda kömürün tonu 300 dolara çıktı. Dolayısıyla kömürden 3 liraya 1 kilovat elektrik üretiyorken yenilenebilir enerji kaynaklarından; güneşten ya da rüzgardan 1 liraya 1 kilovat elektrik üretiyorsunuz. Hal böyleyken hangisine yatırım yapacağız? Türkiye, Batı ülkeleri dedi diye değil, doğru ve karlı olduğu için yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliyor. Dünyada doğruya doğru gitmek lazım. Bir yerlerde oyun kuruyorlar. Oyuna bakmamız lazım. Türkiye olarak Yeşil Kalkınma Devrimi trenine binmemiz ve kalkınmamız, büyümemiz, gelecek nesillere daha mutlu bir Türkiye bırakmamız lazım. Havasıyla, suyuyla, toprağıyla, deniziyle, biyo-çeşitliliğiyle, ormanlarıyla daha temiz, daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için çaba sarf etmemiz lazım. Bir yandan kalkınmak diğer yandan milli gelirimizi artırmamız, ekonomimizi büyütmemiz ve zenginleşmemizi sağlamamız lazım.
Türkiye, yenilenebilir enerji potansiyeli açısından Avrupa’da beşinci, dünyada on ikinci sırada yer alıyor. Biz tüm gücümüzle yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyoruz ve fosil yakıtlardan uzaklaşmaya çalışıyoruz. Kendi çocuklarımızın sağlığı için, geleceğimiz için bunu yapmak zorundayız ama şunu biliyoruz, sadece bizim yapmamız yeterli değil, bütün ülkelerin ortak hareket etmesi lazım çünkü kirlilik ve iklim değişikliği sınır tanıyan bir şey değildir.